Çarşamba, Kasım 27

e istanbul'u izliyorum!


evimize taşınalı 3 yıldan fazla oldu ama biz oradan oraya taşınan kiracı psikolojisini üzerimizden atıp bir türlü eve yerleşemedik. sonunda dedik ki " yerleşelim artık!" {he bunu benim 6 aylığına barselona 'ya gitmemin arifesinde söylüyor olmamız da ayrıca manidar tabii :)
peki yerleşelim, yerleşelim de nasıl başlayalım? oraya buraya raflar ve  hobi malzemeleri için saklama kutularıyla başlayan alışveriş çılgınlığımızdan sonra yüksek lisansımla birlikte yeniden odama giren ama odada bir türlü kendine yer bulamayan, ordan oraya savrulan masama diktim gözümü. garibimi nasıl yerleşik hale getiririm diye düşününce de aklıma masamın üstüne yerleştirebileceğim böylece o köşeyi çalışma köşesine dönüştürebilecek mantar pano fikri geldi;

"pekiiiiiii,ne yapsam, ne yapsam?  istanbul silüetli pano yapsam! 
nası yapsam? internetten bi silüet bulsam, otokette üzerinden geçip, ölçeklice alınabilcek çizim haline getirsem!
sonra ne yapsam? , kırtasiyeden mantar alsam, ölçekli silüet çıktımı üstüne yerleştirsem, kessem biçsem!

 çift taraflı bantı yapıştırsam arkasına, duvara sabitlesem!
sonra Allah ne verdiyse yapıştırsam, kurulsam masama. ispanyolca ödevimi yapsam, keyifle adaçayımı yudumlayaraktan... hiç fena olmaz değil mi? 
dipte kalıplı not: silüete ihtiyacınız olur ise e-posta adresinizi yollayınız bana. çizimi yollayayım hemen. 
dipte yetersiz not: çocukluğumdan beri hiç bişeyi atmaya kıyamam, kutu kutu hatıra kağıtlarım var. 30x90 cmlik pano 5 dakikada doldu, duvarları tümden mantarla mı kaplasam, ne yapsam?
dipte yerleşik not: şunu anladım ki bi evin duvarlarını da kullanmaya başlamadan o eve bir türlü yerleşemiyorsunuz. duvarlar kullanılmadığında ev plandan ibaret kalıyor; tek boyutlu! doya doya kullanınız, sonradan kusurları kapatabilecek alçı ve boyaya ulaşmak artık kolay!
dipte eski istanbul'lu not: efenim malumunuz eskiden yeni evlenenlerin ayrı eve çıkması diye birşey yokmuş. şanslılar ise gelinle damada evde bir oda verilirmiş. gelin de nereden geldiyse o odanın bir duvarında gelinin memleketinin resmi olurmuş. o yüzden eski evlerinin duvarlarını süsleyen şehir panaromalarını görürüz o evleri gezerken. bana gelince, istanbul'da yaşarken istanbul'un silüetini odamda istiyor olmam, hangi hasretliğe bağlanabilir bilemiyorum :D 
dipte şiirli şarkılı not: Orhan Veli'nin İstanbulu Dinliyorum şiirinin Fazıl Say tarafından bestelenen halini hiç dinlemiş miydiniz? http://www.youtube.com/watch?v=3aLASHqYYb4 Güvenç Dağüstün seslendiriyor burda, Fazıl Say'ın yeni çıkan cdsinde ise Serenad Bağcan seslendiriyor, nefis. bence cdyi de edinip hemen dinleyiniz efenim! cd tümüyle her derde deva!

Cuma, Kasım 8

gel vatandaş gel; bilinmez denizlerin kuytu koylarının taşları bunlar!

çalışarak yeteneklerimizi geliştirebileceğimizi (hem de "kesin bilgi" etiketiyle) söylemiştim değil mi? he tamam, üç-beş güne picassoya doğru evrimleşecek değiliz tabi ki. ama biraz mekan, biraz insan çizebilir hale gelebiliriz bence.
mesela ben boyumun posumun ölçüsüne bakmadan, önceki deneyimlerimin desteğini de arkama alarak boyama taşlardan tablo yapma işine giriştim ağustos başında. yaz günü insanın içini pır pır eden "sevgili" temasını da seçip, bol hayalle ve gülücükle yola koyuldum. 
e malum elde, ordan burdan, bissürü denizlerin bissürü koylarından toplanmış taşlar ve de kendi yeni alınmış ama daha hevesi alınamamış akrilik boyalar da var!
ilk işim çerçeve boyutumu seçmek oldu, uzun bir dikdörtgen etkisi istediğim için 25X60 cm boylarında camsız bi çerçeve yaptırdım bauhaus'ta. sonra taşlarımı ortaya döküp film şeridini oluşturacak olanlarını seçtim.
sonra da başladım kurgulamaya ve boyamaya. boyadıkça öğrendim nasıl yapmam, nelere dikkat etmem gerektiğini. 
taşlarımın boyaması tamamlanınca çerçeveye uygun olduğunu düşündüğüm bi yeşile boyadım alt kartonu, sonra başladım taşlarımı yapıştırmaya. ama film şeridi taşlarımın etrafına mozaik etkisini verecek taşları yapıştırdıkça biraz üzülmeye başladım. halihazırda hep yanımda tutuğum, "off bi canavar yaratıyorum!" kaygım, alacalı bulacalı çevre taşlarının boyamalarımı kaybetmesiyle ayyuka çıktı ne yazıık ki... 
ben de grinin birleştiriciline ve de çeşit çeşit denizlerden toplanan güzelim rengarenk taşların affına sığınıp, güzel bi griye boyadım çevre taşlarımı. şükür li tam da umduğum gibi oldu ve desenlerim güzelce ortaya çıktılar.
yerleştikleri duvarda hem çok güzel oldular, hem muttu ettiler, hem de umut verdiler! belki bi gün serinin devamı da gelir, kim bilir? 
heh, işte bunlar da aşama aşama, her bir taşımın boyanışı, ve tabi ki aşama aşama benim boyamayı öğrenişim :) ;






dipte deneyimsel not:önceleri ince siyah çizgileri fırçalarla yapmaya çalışırken, sonra silinmez cd kalemlerini kullandım.ama baktım bu sefer de cilalama aşamasında sprey cd kaleminin dağıltıyor,siyah çizgileri cila kuruyunca  cilanın üzerine yaptım ben de. :)
dipte şarkılı not: çok ama çok güzel şarkı bu! http://www.youtube.com/watch?v=X1JQdS_HC-Y

öğrenmek zor zanaat arkadaş, kesin bilgi!

taş boyamak pek, pek, pek çok eğlenceli, evet. ama her iş gibi sabır gerektiriyor. hele de benim gibi panik halinde her yaptığınızın kötü olacağından kaynaklanarak yapıyorsanız! 
ben her yeni elişimi yaparken (hatta her yemeğimi yaparken) aynı işkenceyi uyguluyorum kendime. iş tamamen bitene kadar dünyanın en kötü şeyini yaptığıma inanıyorum, niyeyse. tabi ki her işim dünyanın en kötüsü olmadığı gibi, en güzeli de olmuyor. :D ama kesinlikle umduğumdan güzel oluyor. belki de işlerimi bitirdikten sonra çocuk gibi sevinebilmem de bundan, beklentim yerlerde...
ama öğreniyorum; hem sabretmeyi hem püf noktalarını hem de yılmadan denemeyi. 
bu bebekler de taş boyamayı öğrenmeye çalışırken, malumunuz eksik hasarlı ve de kusurlular. ama kesinlikle dünyanın en çirkinleri değiller. he bu arada sağ üst köşedeki dalga artığı ağaç kabuğu. deseni biraz gezi günlerinin etkisi :)) rüzgar gülleri ve de masadaki üzümle şarap da bozcaada günlerinin yadigarı, balonlar altında dasn eden çift için çocukluğuma dönemem gerekiyor olabilir, o kısımla yüzleşmeye de henüz hazır değilim  :D 
dipte ağır not: taşlar ağaç kabuğuna oranla biraz ağır olduklarından mıknatıs onları taşırken biiiiraz zorlanmakta. daha yassı ve hafif taşlar tercih edilmeli.
dipte akrilikli not: akrilik boyanın sanırım en sevdiğim tarafı çabuk kuruması ve hata yapılan yerin çabucacık yeni bi katmanla düzeltilebilmesi oldu. malumunuz çaylak hobici=çok hata
dipte tavsiyeli not: hemen boya edinip deneyiniz anacım, pek keyifli. kesin bilgi.

Perşembe, Kasım 7

lokum kardeşlerin hayali deniz sefasına hojgeldiniz!

deniz artıkları şahane şeyler değil mi? dalgalarla işlenmiş, kumla eskitilmiş, güneşle renklendirilmiş...
dalgaların fırlattığı ganimetlere olan sevgim zaten bariz. hepsinin gönlümde yeri ayrı; şekillendirilmiş taşlar, kabukları soyulmuş dallar, deniz kabukları ve kum ve dalgalarla törpülenmiş ağaç kabukları...
bıçakla, çakıyla çok kolay şekillendirilebilir oldukları için deniz atıklarının en keyifli çalışılanlarından olan ağaç kabukları hep ilgi alanımda oldular. hele de "onu bunu boyarım ki" deyip aldığım güzelimm akrilik boyalarım varken ahşap kabukların dokularının ve formlarının cazibesine kapılmamak neredeyse imkansız oldu!
ben boyaların ve ahşap kabuklarının cazibesiyle uğraşmaktayken, ablam da malta'da ingilizcenin ve maltanın yeni yeni insanlarla tanışmanın cazibesine kapılmaktaydı. o sırada akdeniz, deniz güneş fikri benim de iliklerime kadar işlemiş olacak ki boyama deneyimim sırasında ortaya çıkan imajlar da tatil fikri üzerine oldu. deniz kenarında miniminnavık bir şemsiye altında güneşlenen renkli mayolu "lokum kardeşler" bu çalışmanın ana kahramanı oldular :)
ağaç kabuğu haylice büyük olduğu halde denizin etkileriyle aşınıp hafiflediği için bi mıknatıs gayet rahat taşıdı kabuğumu.
ve her ne kadar doğal renklerine bayılsam da lokum kardeşlerin deniz-kumsal-güneş sefasının zamanla yıpranmasından korktuğum için cilalamak zorunda kaldım. parlaklıkla desenler biraz kaybolur gibi oldularsa da etkilerini kaybetmediler.  
dipte güneşlenmeli not: yaz negzel şey de mi? böle kumlu mumlu, denizli dalgalı!
dipte akdenizli hayalli karpuz kabuklu not: erasmus başvurusu yaptığımı ve barcelonaya kabul edildiğimi söylemiş miydim? şöleki bi aksilik olmazsa inşallah seneye şubattan temmuza kadar akdenizin bi sahilinde olucimm, karpuz kabuğundan evvel suya ben düşmesem mi?

Cuma, Ekim 25

nazar etme ne olur!

insan gezince dünyanın ne güzel yer olduğunu daha çok anlıyor... 
en azın en çok olduğunu, 
doğanın büyüleyici olduğunu 
ve doğaya zarar vermeden ona uyum sağlamaya çalışan insanın ne kadar bilge olduğunu...
...
doğa belgesellerinin hayatta kalabilmenin kuralı olarak üstüne basa basa vurguladıkları tek gerçek kamufle olabilme yeteneği! bizse insani zaaflarımıza engel olamayıp kamufle yeteneğimizi, yapabilme gücümüzün büyüsüyle kaybediyoruz çoğunlukla. 
yaptığımız o koca koca ihtiyaç üstü binalar, 
neye hizmet ettiği belli olmayan çevreci anlayışla yapılmamış, uğruna ağaçlar kesilen yollar, 
sözümona ihtiyaçlarımıza hizmet etmek üzere yapılan hesler, santraller,
baktığınız her açının ayrı bir manzara olduğu cennet gibi yerlerin ortasında dalga geçer gibi "manzaralı" denilerek reklamları yapılan, doğayla bağlantısı kesilmiş ziyaretçisini manzaranın aktif kullanıcısı değil de izleyicisi olmaya zorlayan turistik tesisler... 
hepsi hepsi yapabilme gücümüzün büyüsüyle sonunu hesaplamadan yaptığımız girişimlerimiz. 
yaşadığımız çağda bizi kurtarabilecek tek gerçeklikse doğaya sahip çıkmak. 
...
şehirde hayat kurmuş doğayla ilişkisini kaybetmiş ve bundan dolayı kendini eksikleşmiş hisseden şehirlilerden değilim ben, onları çok iyi anlasam da değilim. bir köyüm, kendini yapabilme büyüsüne kaptırmaya başlamış olsa da sevimli küçük bi kasabam, Akçakoca'm var. doğaya hasretim ondan uzak olmaktan çok alışkanlığımdan ötürü ona özlem duymamdan.
...
bu yüzden ne zaman doğaya üstün gelmeye çalışmamış bilge bi yere gitsem büyülenirim. yerlisine saygı duyarım, kulak verir dinlerim, yapabilme gücü büyüsünün hep ondan uzak kalabilmesi için dua ederim. 
işte bu anlattığım yerlerden biri de bu yaz kııısacık ama tadını alabilecek kadar bir süre kaldığımız Assos, Sokakağzı! Aklımda Sokakağzı bi şerit tesis, bi şerit yol ve bi şerit kumsal, zeytinler ve de denizden oluşan küüüçücük tini mini bi yer. Aristo Motel 'de yediğimiz lezzetli yemekler, enfes balıklar ve dutburnu'ndaki midilli'ya baka baka içtiğimiz çaylar, kahveler de aklımda ve de damağımda tabii :)
dutburnu'ndan sokakağzı görünümü
gündoğumunda kumsal
dutburnu çay bahçesi
...
şimdi gelelim benim sokakağzı tatilimi bloğuma bağlayan kesişim noktasına; Sokakağzı'nda hediyelik eşya dükkanları yok, "deeze"ler var! 
kim mi deeze'ler? deezeler alacalalı bulacalı, allı morlu giyinmiş, ürünlerini sırtında taşıyan, dükkanları ürünlerini sergiledikleri duvarlar, masalar olan yörük kadınları. kıyafetlerindeki renklerinden ötürü gözünüzü bi türlü alamadığınız ama gözgöze geldiğiniz anda alışverişin başladığını bilmeniz gereken bohçacı TEYZE'ler, kendi söylemleriyle de "deeze"ler! bohçalarını açtıkları anda her yer renkleniyor birden, geçiyorum karakterlerinin uyandırdığı merak ve izleme isteğini, bi de benim gibi elişi düşkünü insan için bakmamaya çalışmak tam bir işkence! 
bu bakamamalar arasında ben bi deeze kestirdim gözüme, aslında o beni kestirdi gözüne önce. 
anneme her gittiğimizde annemin çeyizimize diye yaptığı başörtülerden bi kaçını aşırırız ablamla. fular, başörtüsü ve atkı olarak kullanılmak üzere. benim deezem beni gözüne kesitirdiğinde başımda bir başörtü, üstümde de tunik niyetine orasından burasından bağlanarak tutturulmuş uzun bi mevlid başörtüsü vardı.(tabiki ikisinin de kenarları enfes oyalı.) deezem beni gördüğünde başörtüyü anladı da attığım düğümlerden ötürü tuniğin ne olduğunu çözemedi, duraksaman gelip sordu hemen ne olduğunu. öğrenince de ekledi: "e se(g)n almışsı(g)n herşeyi(g)ni, e biraz da bizde(g)n alsaydı(g)n! (annemlerden de bildiğim şive biçimi, yörüklerde "n" harfinden önce herzaman üstüne çok basılmayan hafif bi "g" bulunur)
dünya kadar ıvır zıvırım olsa da benim o deezelerden alacağım bitmez ama koca koca bi bütçeye sahip olmadığım için daha küçük şeylere diktim gözümü! tuniğimden dolayı beni arada arkadaşlarına gösteren deezemi yakaladım bi ara, elindeki nazara karşı koruduğunu söylediği ahşap oymalarından almak için. 
deezeye ne ağaçtan yapıldığını sorduğumuzda "çetlemi(g)n" ağacı dediğinde yine annemden gelen yörük genlerim sayesinde çitlembik ağacından bahsettiğini anladıysam da arkadaşlarımı ikna edemediğimden bi sürelik rafa kaldırdım bu fikrimi. 
dönünce biraz araştırma yaptığımda öğrendim ki tam anladığım gibi çitlembik ağacıymış sahiden de. (çok yaşa yörük genleri) ve okuduğumda öğrendim ki çitlembik ağacının bahçesinde dikili olduğu eve uğur getirdiğine, ağacın bi parçasının üzerinde taşınmasının da nazardan koruduğuna inanılırmış. 
ve işte merhaba şaman genlerimiz! 
biz deezemizden bikaç tane örgülü bi çoğu da örgüsüz olmak üzere oyulmuş çitlembikler aldık. örgüsüzleri boncuklar ve iplerle deezenin ördüğü gibi örüp anahtarlıklar haline getirdik, anahtarlıklarımıza, evlerimize iliştirdik.
dipte bahaneli not: şimdi keşke daha çok alsaymışım diyorum, sanırım sokakağzı'na sırf bu yüzden bir daha gitmem gerekecek :)
dipte teşekkürlü ve bilgilendirmeli not: bizi Sokakağzında nefis ağırlayan Aristo Motel ve Ertunç Engin'e çok çok teşekkürler! sabah yola çıkmadan bahçesinden aşırdığımız ve burda büyütmeyi başardığımız çiçekleri için de teşekkürler tabi :)
dipte şaşırtıcı not: ben hayatımda bu kadar çok bebekli ve mutlu tatil yapan tatilciyi bi tek sokakağzında gördüm, şaşırdım. çocuktan al haberi demişlerdi di mi?

Pazartesi, Eylül 9

"mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler"

ortaokul zamanlarımdaydı sanırım, annemin bi arkadaşı kuru dağ çiçeklerini toplar, onları boyar rengarenk buketler yapardı! nasıl da özenirdim. hala nerede kuru çiçek görsem, gözüme önce o buketler gelir hala. toplamak ve renklendirmek üzre ince ince hayallere dalarım. sonra içime dolan toplama arzusuyla savaşır, üç beş parça alır hevesimi geçiririm.
...
ama bu yaz bi adım öteye gittim. 
bol kilometreli bi tatil geçirdim, pek çok dolaştım. tabi ki akçapakçamı bu kilometrelere dahil etmiyorum, o standart yol. farklı faklı zamanlarda sokakağzı-assos, bozcaada, gökova, palamutbükü-datça ve kaş yollarını arşınladım. 
beni kuru çiçeklerimde bi adım öteye taşıyan hamlem bozcaada'da oldu. önce orda burda şurda bozcaada'nın yamaçlarında, yol kenarlarında gördüğüm kuru çiçekler kanıma girmeye başladı azar azar. sonra günbatımını izlemek üzere gittiğimiz rüzgar güllerinde elini atsan dağ kekiğine çarptığı tepelikte, kekiğin büyüleyici kokusundan da olsa gerek, artık kuru çiçeklere karşı duramadım! 
...
hava kararmadan pürtelaş, "aman da gün batımını kaçıracaağğmmm" içseslerimle topladım kuru çiçenklerin bi kısmını. "hazır başlamışken devam edeyim" deyip ertesi gün  de bozcaada kalesi gezintisinde yeni yeni çeşitler ekledim bukete. güç bela tüm yollarda "aman da kırılmasın, dağılmasın" diye umarak az hasarla ulaştırdım istanbul'a. kendilerini. renklerine şahane uyan bi vazoyu da bulunca hemen yerleştirdim:
dipte vadeli not: çiçekleri renklendirmek cilalamak gibi işlere girişmeyip, herhangi bir kimyasala maruz bırakmadığım için muhtemelen tez vakitte dağılacaklar, olsun şimdilik bozcadayı üstlerinde taşıyorlar ya...
dipte tevekküllü not: hem bunlara renge ne hacet? "mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler"

Perşembe, Ağustos 1

bin turnaya bir dilek...

turnaların dünyanın dört bi köşesinde ulu kabul edilen canlılar olduğunu biliyor muydunuz? vefa, sevgi, sadakatin sembolü olduğunu? avlanmasının avcısına uğursuzluk getirdiğini? uzun yıllar yaşayabiliğini ve tek eşli olduğunu, eşi ölünce yaşamaya devam edemediğini? peki ya bi iddiaya göre yaşamını sürdürüp günümze kadar gelebilen dünya üstündeki en eski kuş türü olduğunu biliyor muydunuz? 
turnalar mısırda, antik yunanda, rus şarkılarında, amerika kabile totemlerinde, avustralya yerlilerinin danslarında, orta asyada, çinde, japonyada, korede, alevi-bektaşi kültüründe, anadoluda, her yerde her yerde çıkıyor karşımıza. hepsinde de ulu değerleri temsil ederken: vefa, sevgi, soyluluk, sadakat, sağlık, şans...
acıklı hikayelerle de çıkıyor karşımıza tabi ki, 1945 yılında hiroşima'da atılan atom bombasının etkisiyle kansere yakalanan ve 1955 yılında 12 yaşında hayata gözlerini yuman Sadako Sasaki gibi. hasta yatağında kağıtlara "barış" yazarak "1000 turna kuşu katlarsan dileğine erişirsin" efsanesini uygulamaya girişiyor Sadako. ölümünden sonra turna kuşları barışın ve nükleer silahsızlanmanın da sembolü oluyor. 
...
tüm bunları ben de bilmiyordum tabii, yıllar yıllar önce basit bi merakla origami turna kuşu yapmaya yeltenene kadar...
...
sonra sayfa sayfayı açtı, internet denizlerinde yüzüyüzüverdim, okudukça şaştım, üzüldüm, umutlandım. "ben de yaparım 1000 tane" deyip giriştim, katlamayı öğrenene kadar video videosayfa sayfa gezdim. 100 civarına geldiğimde yorulup zaman içinde tamamlanmak üzere ara verdim.

hala ara ara yapıyorum turnalarımı, boş otururken, elime kare bi kağıt geçtiğinde ya da turna temalı bi el işine başladığımda... 
şubat sonlarına doğru yeniden başladım turnalar yapmaya, yeni bir elişi için tabii. önce renkli renkli A4 kağıtlar alıp, kare biçiminde kesip irili ufaklı turnalar yaptım. sonra turnaları boncuklarla birlikte farklı boylardaki kendir iplerine dizdim. 4x4 cmlik çıtaları birbirine sabitleyip, çıtaların etrafını kendirle sardım. çubukların birleştiği yere en uzunca olan turnalı ipi, uçlara da diğer ipleri sabitledim.
sonuç da böyle bişi oldu, pek de güzel oldu, çok da güzel oldu:
dipte oldulu not: oldu oldu da bana mı oldu? tcık, hediye oldu. sevgi, vefa ve sadakat dilekleriyle cici sahibine uçtu :)
dipte şiirli şarkılı ama özünde acıklı not: sadako'nun hikayesi Nazım Hikmet'in yazdığı ve Fazıl Say'ın bestelediği Kız Çocuğu şiirini, ve şarkısını getiriyor aklıma, hüzünleniyorum... 
dipte şarkılı türkülü ama özünde turnalı not: turna diyince aklınıza ve dilinize geldi mi ikisinden biri? Turnalar / Telli Turna ? ya da başka bi şarkı, hım?
dipte çizgi filmli not: Sadako Sasaki Story diye bi çizgi film var youtube'da.ama inglizce altyazılı, izlemek isteyene tavsiye.
dipte sayılı not: benim turnalarım toplamda daha anca 150-160 'ı buldu. efsaneyi okurken, hepsinin dileyende kalma zorunluluğunu görmediğim içün dağıtmakta, oraya buraya bırakmakta da sakınca görmüyorum hiç. orda, burda, şurdalar.. bi dilek ağacında, bi balkon korkuluğunda, bi kitap ayracında, bi cam önü süsünde, bi dolapta, belki de sizdeler! 
dipte umutlu not: kim bilir, belki turnam bir iken bin olur, bir dileğim de onlarla gerçek olur! 

Çarşamba, Temmuz 31

ben yaptım, be yaptım; açılmayan paketi ürettim!

hediye paketlemeyi severim, bilirsiniz. bu çalışmamda da açılamayan hediye paketini ürettim :D hediye öce normal kağıtla kaplanıyor, sonra o kap da 2 x 4 cm boyutlarında krapon kağıtlarıyla, kağıtlar birbiri üstüne gelecek şekilde saçaklandırılıp kaplanıyor. 
ta da:
dipte süprüz öğütlü not: açılmazlık ilkesini benimsemiş süprüz hediye paketini açmaya çalışırken sakin kalabilen insan, sakin bi insandır zannımca; kendisiyle arkadaş olunuz :))

Perşembe, Temmuz 25

seni ben yanımda bulunca değiştim, güzelleştim...

Merhaba,
Beni tanıdınız değil mi? 
Benim ben, yoğurt kabı, hani şu ennn büyük boy olanlarından.
Bu hikayenin kahramanı olmadan önce bi adım, bi sıfatım yoktu benim, sıradan bi yoğurt kabıydım. 
Kimleri besledim ben kimleri, ohooooooooooo, bi bilseniz! müzik seslerinin, sohbet seslerine karıştığı yerdeydim ben, çok masalara konuk oldum. Hatta belki sizin masanıza da...
...
Ama laf aramızda kalsın, yoğurtlarım azaldıkça bir korku sardı beni;
Yoğurtlarım bitince bana ne olacaktı?
...
E dünyanın hali malum, siz insan kızları ve oğulları sizden çok daha uzun süre yaşayabilen ama belki de sonunda doğanın, dolayısıyla da sizlerin sonunu getirebilecek olan malzemeyi; "beni ve kardeşlerimi" ürettiniz!
Hayır müteşekkirim, yanlış anlaşılmasın. Sadece bazen bizi kullanabilecekken, ya da geridönüşüme sokabilecekken kargaların ve martıların tepemizde kol gezdiği kent çöplüklerine ya da daha fenası, ormanlara, yol kenarlarına, ta denizin içine atıyorsunuz ya; işte o zaman çok ama çok bozuluyorum! "Bu mudur?" diyorum, " Kargalarla yarışan koooca ömrümüzde kullanım ömrümüz bu kadar mıdır?"
...
İşte tam bu dertlenmeler, "Ne olacak bu dünyanın hali?" minvalinde söylenmelerdeydim o son günlerde. Yoğurtlarım da bitince "aha" dedim, "gidiyorsun işte kent çöplüğüne, ya da en iyi ihtimalle bi çöp toplayıcısının arabasına..." 
...
Gelip çatınca gitme vakti "haydi abbas vakit tamam!"  dedim kendime
...
Sonra bi baktım, beklediklerimden hiç biri değilmiş meğer benim akıbetim. Güzelce bi balkona götürdüler beni, ferforjeli, yeşilli meşilli keyifli bi balkona...
...
Dedim: "Kıymetlendim mi ne ben, ne oluyor? Ne güzel bi yerdeyim!" 
...
Toprak koydular içime, çiçekler ektiler. Nasıl da mutluyum anlatamam. "Saksı" olmuşum şu uzun ömrümün bi yerinde, daha ne isteyeyim!
Nice sonra başka bi çiçek getirdiler balkona, böyle gelin duvağı gibi süslü! Vuruldum tabi görür görmez...
Tabi bu arada benim de toprağımı boşaltıp bi delik açmaktalar dibime! Dedim "Demek yine bana hüsran!, güzele doyamadan yolcusun sen işte abbas" ...
Meğer işin rengi yine öyle değilmiş. Meğer vurulduğum, bir ismi de gelin duvağı olan çiçek çiçek, yaprak yaprak begonvilim bana yarenlik etmeye gelmiş! O zamanlar bilmezdim, fazla su sevmezmiş, dipte biriken suya hiç gelemezmiş, delikler onun içinmiş. Toprağımı koyup yerleştirdiler yarenimi içime!
İlk o zaman dedik birbirimize: " Seni ben yanımda bulunca değiştim, güzelleştim" diye...

Bi süre sonra iplerle tabancamsı bişeylerle belirdiler etrafımızda. Öğrenmiştim ama bu sefer güvenmeyi, seviyorlardı bizi. Silikon tabancasıyla, kendir ipiymiş onlar. Süslediler, sarıp giydirdiler beni. E biraz yaktı tabi sıcak silikon ama aldırış etmedim. Beni yakarken kendi ellerini de yaktılar zaten, içten içten dertleştik onlarla da...
Hem duvağım öyle beğendi ki yeni halimi, boylandı poslandı, serpildi daha bi güzelleşti....Bu fotoğraftaki eski hali duvağımın, mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz biz şimdi balkonumuzda birlikte.
 Fırsat bulursam bi ara yeni bi fotoğraf çektirip yollarım size, sulanmalar, sohbetler, gülüşmeler, çiçeklenmeler ve tabi ki kavgalar arasında...
...
hani hep derler ya sevgiyle kalın diye, 
iyisimi siz
 çiçekle kalın,
gerisi gelir bence zaten!
...
Ney? Adım mı? Adım Abbas benim, Duvaklı Abbas!

Çarşamba, Temmuz 24

yakasına begonvil mi takmış sepet?

sepetimin yeni evinde yerleşik düzene geçtiğini, yakasına broşlar, begonviller ve doğal taşlar iliştirdiğini, sırtını da bir güzele yasladığını yani keyiflice yaşadığını söylemiştim değil mi?

Salı, Temmuz 23

kabuklu sümbül

çocukken toplamasını en sevdiğim çiçeklerdendi dağ sümbülü. küçücük avucumda sapasağlam, masmavi durmalarının mutluluğunun yanısıra, annemin hep anlattığı, sümbülle kaynattığımda maviye dönüşecek olan yumurtanın hayali tüm aklımı sarardı. "bi cezve bi yumurta bulunmalıydı hemen, e ama onlar dağda şimdi nasıl bulunacaktı. neyse toplansındı şimdi, eve gidince kaynatılırdı!"
o çiçekleri toplarken, onları hayatım boyu hep aynı sıklıkta göreceğimi zannediyordum. hep öyle dağlarda bayırlarda gezeceğimi ve avuçlarımı çiçeklerle doldurucağımı... 15 çeşit dağ çiçeğinin 2 metrekare içinde hep görülemeyeceğini büyüyünce anladım. meğersem yaşadığım coğrafyaların ve keyfini doyasıya sürdüğüm çocuk aylaklığımın büyük keyifleriymiş onlar!
( agaclar.net 'teki hocam100 adlı ağaç dostunun muskari fotoğraflarından alınmıştır)
hee aylaklık görevlerimi şimdi de çooggzel, şanıma yakışır şekilde, başarıyla yerine getiriyorum tabi ki. ama ne yazık ki daha az dağlarda bayırlarda. 
şimdi canım aylaklık çekince eminönü'ne gidiyorum mesela. gözlerimi koca koca siyah poşetli teyzeler-amcalarla ve akın akın gelip giden insanlarla, ellerimi orda burda bulduğum tuhaf ıncık cıncıkların poşetleriyle, burnumu da balık ekmek, peynir, kahve ve baharat kokularıyla dolduruyorum. mısır çarşısının solundan kuş pazarına girip, kafesteki hayvancıklara üzülüp, sülüklere 5 saniyeden fazla bakamayıp, neredeyse çiçeklerin tümüne sulanıyorum: "seni bizim eve götürsem gelir misin? baksam,  sulasam yedi mevsim çiçeklenir misin?" 
yine bir aylaklık seansında ağlayan kalpler çiçeği bulmak için kuş pazarında aldım soluğu. sanki bulamazsam çiçeklerimiz eksik kalacakmış gibi. tohumunu edinmiş ama tohumdan üretemeyeceğimizi anlamıştım. rizom bulmalıydım! kuş pazarındaki amcaların boş bakar gözlerini görünce boşa kürek çektiğimi, çiçekten haberdar bile olmadıklarını anlayıp soğanlı bitkilere diktim gözümü! 
aa, bi de ne göreyim, benim dağ sümbülü kuş pazarına gelmiş, kasesine oturmuş, beni beklemekte..."çiçeğini yumurtayla kaynatsam yumurtam morarır mıydı bu sefer acaba? e ama daha sadece soğandı, açmasına çok vardı. alsam diksem açar mıydı? e peki neye dikecektim? ahha, işte orda; köşedeki deniz kabuğu dükkanı! büyük kabuklar ne kadardı acaba? içine kaç soğan sığardı? e peki kabuk nası düz duracaktı? onun bi çaresi bulunurdu. şimdi 4 soğan alınıp amcayla pazarlık yapılıp 5.si beleşe getirilmeliydi. pazarlıksız kuş pazarından çıkılamazdı!" 
tabii ki çıkılmadı da! jet hızıyla kabuk seçilip, 4+1 soğan alındı ve koşarak eve gidildi. sıcak silikon tabancası prize takıldı, eksik tahtalar elişinden kalma tahtaların dengeleme için kullanılmasına karar verildi. yapıştırıldı, topraklandı, ekildi, sulandı. 
"uyuyan bi canlıyı uyandırmaktan, içindeki yaşam gücünün, enerjinin açığa çıkışını, yaşamın büyüsünü bi kaç soğancık üzerinden izlemekten daha pür bi haz var mıydı?" peki "o uyanışı en sevdiklerinle izlemekten, aynı hazzı duyabildiğini bilmekten, hissettiklerini karşındaki insanın gözlerinde de görüp daha çok sevmekten?"
soğan dikim mevsiminin geçmiş olmasına rağmen rağmen biz umutla beklerken, bizi üzmeden, hevesimizi kırmadan gösterdi mor-mavi sümbüller kendilerini. çocukluğumdan burnumda kalma kokuları gerçekti, çocuk belleğinde kalma tuhaf  hatıra değildi!
"e peki şimdi şans eseri bulup, bin zahmet açtırdığımız sümbülü kopartıp yumurtayla kaynatmaya kıyabilir miydim?" kıyamadım tabi ki... koklayıp seneye denemenin hayalini kurmakla yetindim. seneye daha çok çiçeklenicek ya!
dipte eminönü'lü not: sıcakta orada gezerken beynim eridiği için eminönü'nün at meydanı büyüklüğünde tek bir ağaç dikilmemiş meydanına sinirleniyorum hep. "insan" diyorum "ağaçsız nasıl yaşar?" 3 parke taşı az koyaydınız da bi çınar dikeydiniz. biz de ölmüşlerinizin ruhuna dua edeydik! 
dipte eminönü'lü ve kaygılı not: şimdi ben ağaç derim onlar bina diker, parke taşı kalsın da bari üzerine basabilelim değil mi?
dipte yeşil parmaklı not: keşke benim de parmağım yeşil parmaklı tistu gibi olsa! her sapladığım yerden çiçenkler fışkırsa, dünya daha güzel olsa! 

tırnaklar da okur!

şenizimu öğretti hilesini, ojemize gazete yazılarını baskılayabiliyomuşuz. 
gazetenin yazılı kısımlarından bi tırnak boyu kadar parçalar kesiyoruz. ojeyi sürdükten sonra kuruyunca gasteleri tırnaklarımıza kolonyalayarak bastırıyoruz. biraz tutup kaldırıyoruz. kuruyunca cila sürüyoruz ta daaa:
dipte markalı not: efenim öle cumhuriyet gibi okurken elinizi pislemeyen gazetelerden olmuyor bu iş, hürriyet olsun milliyet olsun, böle okurken karalar bağladığınız cinslerden olması lazım mürekkebin tırnağa aktarılabilmesi içün. Şenizimu ile birkaç başarısız ve hayal kırıklığı yaratan deneme sonrası keşfettik. meğersem sorun bizde değil gazetedeymiş!
dipte kopyalı not: bir kopya tekniği olarak uygulanabilir mi acabağ? meraklardayım!

Pazar, Temmuz 21

gönül adamıyla çay servisine hojjjgeldiniz!

Gönül Adamı'nı bilir misiniz? nefis bi karakterdir. "keşke kapı komşum olsa da çay içsek beraber" cinsinden. ah keşke olsa...
Gönül Adamı'nın hayranı ve arşivcilik alışkanlığı olan bi arkadaşım kesip saklamış gönül adamlarını. üstüste  bi rafta okunmadan saklanılmasındansa günlük hayata katılmasının daha keyifli olacağını düşündük ve bi ahşap boyama tepsisine yapıştırmaya karar verdik. doğru teknik nedir bilmiyorum ama ben sulandırılmış dekupaj tutkalını süngerle önce tepsiye sürüp karikatürü istediğim açıda ve biçimde dikkatlice yapıştırdım. sonra karikatürün üstüne bi kat daha tutkal sürdüm. aralarda kalan hava kabarcıklarını temizledim. kurumaya bıraktım.
dekupaj tutkalının güzel tarafı kurudukça şeffaflaşması. ama tabiki geride biraz pütürcüklü bi doku bırakabiliyor. onun için de kuruduktan sonra ince zımpara kağıdını kullanıp karikatürlere zarar vermeden dikkatlice zımparaladım tüm yüzeyleri. her kat kurudukça sprey cilayla birkaç kat da cilaladım. 
karikatürler tepsiye o kadar çok yakıştı ki, çevirip çevirip okumaktan alamadım kendimi!
dipte balkonlu not: sevgili "Gönül Adamı" bence bu balkon zevkinize hitap edebilir, çaya gelmez misiniz?

biri sobaya portakal kabuğu mu koymuş?

söper hediyem nar mumluğumdan sonra nicedir aklımda olan portakal kabuğumdan mumluğu yapmaya cesaret edebildim bigün...
portakalları üstten kesip, kaşıkla yemek suretiyle boşalttım içini. tornavidayla deliklerini de açtıktan sona daha çabuk kurusun diye hemen koydum mumlarımı içine. mumlar yandıkça yaş kabuklardan çıkan kokuyla ben bi gençleştim, güzelleştim, ımmmmmhhhh!
diptekinin romantik halleri: soba üstüne portakal-mandalinalı bi çocuk olabildiğim ve bu kokuyla hop çocukuğuma dönebildiğim için ne şanslıyım yahu!
dipte hayalli not: bi mekanım olsa, bi kafem bi pansiyonum mesela, fırsat buldukça yaparım bunlardan. hem güzel, hem kokulu, hem de zamanda yolculuk yaptırabiliyo!
dipte süreli not: efenim kabuklar kurdukça küçülüyo. bi süre sonra o kadar küçülebiliyo ki, dışarı ışık vermesi zorlaşabilyor. o durumda eskiyi kullanmakta inat etmeyip yeni meyvelere yönelmekte fayda var, arz ederim.
dipte yönlendirme: daha basit bi kullan at modeli için: Reciclagem , Jardinagem e Decoração.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...